26 Eylül 2009 Cumartesi

tavla

sevgili gibidir. unutulmaz.
pullarıyla zarlarıyla baklava deseniyle otantik bir halı gibidir aynı zamanda.
ama haindir.
seni avcuna alır ve sadece senin duyabileceğin bir fısıltıyla "beni başkalarına da öğret" der.
öğretirsin. örneğin sevgiline.
bak 4-2 5-3 6-4 kapıdır. 6-1 iyi kapıdır.
ilk 50 oyunda katlanılmazdır süreç. öğretilen ileriye bakamaz. sadece anlık hamleler yapar. zar oynar yani.
fakat gitgide kafasını kaldırmaya başlar.
her hamleden önce gözleriyle senin onayını bekleyen o acemi gitmiş yerine ukala dümbeleği gelmiştir.
önce şerefli mağlubiyetlere sevinir sonra ilk büyük zaferin tadını çıkarır.
öğrencin bir anda rakibin olur.

ama terbiyesizlik yapılır mı?

yapılmamalı.

hele ki hocaya...

sana oyunun tüm inceliklerini öğretmiş ustaya bir kaç şanslı zarın yardımıyla üstünlük kurunca sarhoş olmamalı.

yok efendim koltuk altına tavlayı vermeler. yok efendim fotoğraf çekmeler kendi etrafında üç tur döndürmeler.

zar sevecek. zar. zar sevmezse olmuyor tavlada.

28 Ağustos 2009 Cuma

uyursan ölürsün

uyursan ölürsün!
sen uyursan ölürsün!
sen uyursan sen de ölürsün!
sen uyursan herkes ölür! (ibrahim öztürk öldü)




bu cümleler aslında defalarca tekrar ediliyor o "içtima" sahnesinde. ben dört kere yazdım dört asker için.



filmin adı "nefes"... internet üzerinden zekice planlanmış bir tanıtım kampanyasının parçası o içtima sahnesi. önce video paylaşım sitelerinde ardından facebook'ta kısa sürede yüzbinlerce kişi tarafından izlendi.

televizyon kayıtsız kalmadı bu ilgiye. sahne aynen yayınlandı haber bülteninde. altyazıyla. hem dinledik hem izledik hem okuduk. "uyursan ölürsün"

16 ağustos tarihinde yayınlandı o sahne... alçakgönüllü bir tahminle yaklaşık 5 milyon kişi izledi; "uyursan ölürsün" diye askerine en afilisinden ders veren subayı.

o 5 milyon kişi arasında ben vardım, sen vardın, komşunun henüz askere gitmemiş oğluyla, komşunun askerden yeni dönmüş oğlu da vardı.
ama umarım onlar izlemedi. yani o dört asker. ibrahim öztürk, mesut bulut, ibrahim yaman, ali osman altın... 16 ağustos akşamı içtima sahnesinin yayınlandığı akşam saat 20.30 civarında tim'deki diğer arkadaşlarıyla nohuttepe üs bölgesinden düztepeye intikal ettiler. sonra nöbet başladı. ibrahim öztürk uyuyakaldı.


(uyursan ölürsün)


bir uzman çavuş uyurken gördü ve ibrahim'in üstünden el bombasını aldı. sabah saatlerinde tim komutanı olan teğmen mehmet tümer'e delil olarak sunmak için. ama o delil bir kaç saat sonra suç aleti oldu.







(uyursan ölürsün)







teğmen sabah ibrahim'e el bombasının nerede olduğunu sordu. ibrahim üstünde olmadığını anlayınca mevziye baktı. yoktu. bu sırada teğmen el bombasını ona gösterip pimi çekti ve "mandalı bırakırsan ölürsün, bırakmazsan yaşarsın" dedi. ibrahim yalvardı. ama teğmen dersini almasını istedi. ibrahim saatlerce pimi çekilmiş el bombasıyla bir o sipere gitti bir diğerine ve en sonunda bir patlama sesi duyuldu.






(uyursan ölürsün)






komutanının pimini çektiği bir el bombasıyla öldü ibrahim üç arkadaşıyla birlikte.

umarım izlememiştir o çocuklar o içtima sahnesini. uyursan ölürsün diye haykıran o subay'ı hiç duymamış olsunlar lütfen.


çünkü tıpkı filmde o subayın dediği gibi; uyudu ve öldü ibrahim

27 Temmuz 2009 Pazartesi

lucky & marley & owen & me

"belki hikayelerini duydugunuz o süper akıllı köpeklerden değildir. attığınız topu geri getirmeyi bile beceremez çoğunlukla... tüyleri dökülür, ağzı kötü kokar, oyun oynarken bazen dişlerini olması gerekenden fazla sıkar. komşunun çocuğunu ısırır, eve gelen misafirin bacağına attırır... ama sever sizi... siz de onu seversiniz... çünkü sizi sever o.... siz de onu seversiniz... çünkü sizi sever o...yukarıda yazılanlara rağmen tek bir gün kızdım ona... askere gittiğim gün veda etmeme izin vermedi... çünkü bir grup dişi sokak köpeğinin peşinden gitmişti. akşam beni izmire götürecek otobüsün kalkış saati yaklaşırken el fenerleriyle aramaya çıktık onu. kardeşim kızarkadaşım ve ben... bir saat sonra ben eve döndüm... kürek almak için... derin kazdım mezarını, onu öldüren köpekler bu defa da kokusunu alıp son döşeğini eşelemesin diye... çok özlüyorum onu..."

ekşi sözlükte 23 ağustos 2005 tarihinde yazmışım yukarıdaki paragrafı. köpeğim öldükten dört yıl sonra yani... bu entry'nin üzerinden de neredeyse dört yıl daha geçmiş. sekiz yıl önce giden lucky'nin ardından gec kalınmış bir ağıt...


yeniden bana onu hatırlatasan ise yakın bir arkadaşım oldu.
"sen owen wilson'a inanılmaz benziyorsun" dedi.

ben de "owen wilson" ile "clive owen"i karıştırdım:) beni benzettiği adamın bu fotoğraftaki aktör olduğunu sandığım için hafif bir göt kalkıklığıyla teşekkür ettim. sonra da bana ikizim kadar benzediği söylenen o aktörün fotoğreflarına bakmak için google'dan görselleri taradım. taramaz olaydım:)
arkadaşımın beni benzettiği adamı görünce inanılmaz hayal kırıklığına uğradım.


Clive Owen



ve o dakika itibari ile kızın hayatını kararttım. "beni nasıl böyle çirkin bir adama benzetebilirsin, küfretsen iyiydi, şu burna bak, adam bildiğin yamuk, saçlara bak sapsarı, tipe bak kayık" diyerek bezdirdim:)


ve dvd satın almak için girdiğim mağazada o pis adamı bana gülümserken gördüm. "owen wilson" bir dvd kapağından bana bakıyordu. ve içimden bir ses "bu filmi al ve kendinle yüzleş" dedi:) aldım çıktım. ve az önce filmi izledim.



Owen Wilson


marley & me filmin adı. gazeteci bir çift evlenir ve florida'ya taşnır. ancak john grogan (owen wilson) çocuk yapma mevzuunu ertelemek için karısına bir labrador alır. ve o labrador da bob marley şarkılarını çok sevdiği için marley olarak anılır artık.

film marley'in yaramazlıklarıyla (çoğu zaman katlanılamaz yaramazlıklar) soslanmış sıradan bir aile filmi. ama bir labrador'un yavru halinden yetişkin hale gelişini adım adım izlemek keyifliydi. üstelik bence filmi özel kılan, özel bir köpeği anlatmamasıydı. marley ne gazete taşıdı, ne akrobasi, ne bekçilik yaptı sadece var oldu. sadece önemsediği sevdiği insanlar için yaşadı. başka hiçbir şeyi onların önünde tutmadı. tıpkı lucky gibi, tıpkı jessie gibi, tıpkı poofy, viski, kont, toraman ve milyonlarcası gibi.






ve finalindeki o son monolog: "bir köpek lüks arabalara, büyük evlere dizayn kıyafetlere önem vermez. sudan çıkmış bir dal parçası onun için yeterlidir. onun için zengin fakir eğitimli cahil zeki ya da ahmak olmanızın önemi yoktur. ona kalbinizi verin o da size kendininkini verecektir.
Ve o kalbin içinde sadakat, cesaret, sadelik ve neşe olacaktır. "

john grogan ise aslında bir film kahramanı değil. South Florida Sun'da muhabir olarak çalışan bir gazeteci. grogan'a tatile çıkan bir yazarın yerine makale yazması teklif ediliyor. ancak o hayatını bir anda altüst eden marley'den başka bir şey yazamadığını farkediyor. önce haftada 3 gün ardından da 6 gün makale yazıyor. makalelerindeki konuları marley'in yaramazlıklarıyla süsleyerek anlatıyor. kısa süre sonra marley ve grogan önce kent çapında ardından eyalet çapında ve daha sonra ülke çapında bir fenomen'e dönüşüyor. gazete tirajı ikiye katlanıyor. marley ile maceraları kitaplaşıyor ve tam beş milyon kopya satılıyor. şubat 2007'de çıkan kitap 23 haftası bir numara olmak üzere, tam 76 hafta best-seller listesinde kalıyor.

ve elbette, holywood fırsatı kaçırmıyor:) işte az önce anlattığım film haline dönüştürülüyor. labrador, florida, philadelphia... buram buram propaganda koksa da beni yine de derinden etkiliyor.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

"abdullah tak bir cd de neşemizi bulalım"

tunalı hilmi caddesi... akşam saatleri... trafik ağır ağır akıyor... siyah bir mercedes o trafikte ilerliyor. direksiyon'da yeni türkiyenin fotoğrafı var. türbanlı bir kadın sakince otomobili kullanıyor. kaldırımdakiler şaşkın şaşkın izliyor. adeta bir otomobil reklamında güzel otomobile büyülenmişcesine bakan figüranlar gibi ankaralılar.
ama otomobil değil önemli olan... içindekiler.
türbanlı kadın hayrünnisa gül, yanındaki bıyıklı bey de cumhurbaşkanı abdullah gül.
korumasız eskortsuz ilerliyorlar.
kaçamak gibi sanki...
ama kalabalığın içine saklanmak ister gibiler.
tunalı esnafı şaşkınlıkla el sallıyor direksiyondaki first lady'e ve yanındaki cumhurbaşkanına esat caddesi kavşağına kadar süzülüyor siyah mercedes.
haber bu...
ama materyal yok. görüntü yok fotoğraf yok.
ve haberci yanım hayıflanıyor. tek bir kare fotoğraf 10 saniyelik bir görüntü olsa keşke. ama yok işte.
sadece bolca tanık var.
onlar için ilginç bir hatıra.
kimileri kızmıştı atatürk'ü çankaya köşkünde yapayalnız gösteren "mustafa" filminin yönetmenine.
ama köşkün sakinlerinin kaderi bu sanki. izole edilmişlik...
"devletin zirvesi" tamlaması aslında yalnızlık ve üşümeyi çağrıştırıyor sanki.
aklıma bir soru geliyor. daha doğrusu küçüklüğüme ilişkin bir anı.
cumhurbaşkanı turgut özal. makam aracının direksiyonuna geçiyor. yanında da semra hanım. gaza basıyor. sonra da dönüyor karısına "semra tak bir kaset de neşemizi bulalım" diyor.
acaba arabayı kullanan dj'liği co-pilota'a devrediyorsa hayrünnisa gül eşine "abdullah tak bir cd de neşemizi bulalım" dedi mi??

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Diplomatik Miplomatik

diplomasi muhabirleri camiasına eş durumundan aşinayım. bir yurtdışı seyahatte tanışmıştım kız arkadaşımla ve ardından da kendisini tavlamak için sık sık büyükelçilik resepsiyonlarına gider oldum. bütün büyükelçilikleri aradım ve o dönem çalıştığım kanal atv'nin diplomasi muhabiri olduğumu bildirdim. ve kısa süre sonra davetiyeler yağmur gibi yağmaya başladı.

resepsiyonlardan genellikle haber çıkmaz ama ben ısrarla "bir gidip bakmakta fayda var"
diyerek elimde kadehim defalarca büyükelçilik rezidanslarında boy gösterdim. amaç yari görmekti:)
saatlerce ayakta dikilip çoğunlukla tanımadığım insanların anlamadığım şakalarına şen kahkahalar attım. kimi zaman da emekli büyükelçilerin son kullanma tarihi geçmiş siyasetçilerin kafa dürten sohbetlerinde baş salladım. ama bir noktada sevgiliyi bulup tüm acı hatıraları unuturdum...

ve ben de bir süre sonra müdavimlerinden oldum resepsiyon salonlarının. resepsiyonları veren büyükelçiler genellikle kapıda konuklarını karşılarlar. salona girişte davetliler tek tek ev sahibi ve sahibesinin elini sıkar. ben acemilik dönemlerimde adeta sıvışırdım o sıradan. el sıkmadan içeri girmenin yollarını arardım. utanırdım. ama zamanla tüm karşılama komitesinin tek tek elini sıkar hatta büyükelçinin elini sıkarken fotoğraf makinalarına poz verir hale geldim.

resepsiyon manevralarım işe yaradı kızı tavladım ama bana davetiye gönderen elçiliklere "tamam gerek kalmadı ben işimi gördüm" diyemedim:) ama o kadar çok resepsiyona gitmiştim ki fena halde daralıyordum resepsiyonlar ve resepsiyonların ritüellerinden. işte yeni başlayanlara resepsiyonlar için ipuçları:

1- Kıyafete Dikkat
bazı diplomasi muhabirleri ve diplomatik figürler için resepsiyonlar tek sosyalleşme alanıdır. eşleriyle dostlarıyla resepsiyonlarda görüşürler. bu nedenle çok fena bir ön hazırlık yapılır. saçlar kıyafetler filan.
daha birkaç saat önce bir basın toplantısında karşılaştığınız paçoz muhabir arkadaşınızı tanıyamayabilirsiniz bile. ancak özellikle yaz aylarında yapılan resepsiyonlarda felaketle karşılaşabilirsiniz. çünkü bu dönemde indirime giren bir marka varsa ucuza şıklık yakalamak isteyen üstelik bunu aynı kıyafet üzerinden gerçekleştiren pek çok kadından biri olabilirsiniz. örneğin fransa resepsiyonunda network ya da zara'dan olduğunu tahmin ettiğim kıyafeti beş ayrı kadının üstünde gördüm, üstelik ikisi muhabirdi. elbette ayakkabılar. kısalar topuklu giyer. sıçar... saatlerce ayakta kalınınca resepsiyon salonuna heybetle giren o seksi kadınlar salonu şaftı kaymış skodalar gibi terkederler. zaman zaman eline ayakkabısını almış oflaya poflaya çıkan konuklar bile gördüm. yani seksilikle sünnet annesi haline gelme arasındaki çizgi çok incedir. üstelik o topuklu ayakkabılar bahçede verilen resepsiyonlarda yeni sulanmış çimlere batar ve bizi olduğunuz yere mıhlar.
erkekler çok daha rahattır. takım elbiseyle konu kapanır.


2-Açık Büfe

resepsiyonların başladığı dakikalarda sadece içki servisi ve ara sıcaklar servis edilir. masalarda havuç, salatalık zamazingoları, ülkenin zenginliğine göre de kuruyemiş çeşitleri vardır... yani leblebili kuruyemiş tabağına daha rastlamadım ama bazılarında mesela sadece badem ve antef fıstığı içi olur. genellikle ilk kadehler bu başlangıçlarla götürülür. ve kritik an gelir. açık büfe gerçekten açılır yani... eğer doğru noktada değilseniz uzunca bir süre sıra beklemek zorunda kalırsınız. garip bir hareketlenme olur yemeklerin bulunduğu bölümde diplomatlar konuklar karıncalar gibi hareketlenir. yeri geldiğinde ülkeler arasında savaş çıkmasına mani olabilen o diplomatik camianın güzide insanlarını ellerindeki çatal ve tabaklarla, kılıç ve kalkanlı akıncılara benzetirim ben:)
büfede döner varsa yemek sırasının gerilimi artar. çünkü bilmiyorum neden sanırım dünyanın en çok sevilen yiyeceği döner. sıra bitmek bilmez. bir yiyen bir daha yer.
risk almak faydalıdır. yani döner de yemesem olur derseniz biraz beklemekte fayda. sıra azalır. diplomatik akıncılar silah tazeleyip (yeni tabak ve çatallar) yeni savaş meydanına (tatlı bölümüne) hareketlendiklerinde daha az bekleyip sakince tabağınızı doldurabilirsiniz.
ancak mesele bununla bitmez. o tabak ve diğer elinizdeki kadehle uygun bir yer bulup yemeğinizi yemelisiniz. bu zordur çünkü resepsiyon ayakta başlar ayakta biter. eğer bir bistroya yanaşamadıysanız işiniz zor. ya kadehten vazgeçmelisiniz ya da tabaktan. ama bir yer bulursanız sorun kısmen çözüldü demektir. ancak bu kez de sizden öncekilerin kullandığı tabaklar arasında kendinizinkine yer açmanız gerekir.
ancak bir elde kadeh bir elde tabak sorununa fransızların çözüm bulduğuna şahit oldum. porselen tabaklara monte edilebilen bir aparatla kadehler "embeded kadeh" haline gelmişlerdi.


3- Yanaşma Teknikleri

resepsiyonlar haber kaynaklarıyla habercilerin daha az resmi bir ortamda konuşabildikleri organizasyonlardır. ama yaklaşımın doğru olması gerekir. yani haber kaynağına doğru açıyla yanaşmak gerekir. yanaşırken de genellikle yalnız olmaz haberciler. üçü beşi bir araya gelir.
küçük adımlarla yürünür. ve ayaküstü görev dağılımı yapılır.
grup a gülümseyiciler: bu ekip kadınlardan oluşur. yanaşırken gülümseyerek haber kaynağının gerilimini azaltmakla görevlidirler.
grup b iticiler: ekipten yükselen "abi gitmeyelim galiba konuşmayacak" seslerini susturmakla görevlidirler
grup c sorucular: ya ekibin en tecrübelisi ya da en manyağı bu görevi üstlenir. genellikle en tecrübeliler en manyağı olur.
grup d teşekkürcüler: genellikle ekibin arka bölümünde yer aldıkları için soruları da yanıtları da çok az duyarlar. ve sık aralıklar "teşekkür ederiz efendim, teşekkür ederiz efendim" diyerek bu ızdırabı sonlandırmaya çalışırlar. çünkü duyamadıkları her kelime teşekkürcülerin canını yakmaktadır.





4- Gollum Tehlikesi

yanaşma tekniklerini tek bir bünyede toplamayı başarabilmiş habercilere gollum denir.
haber kaynağına arkadan yanaşır bunlar. bir yandan şüpheli gözlerle etrafı keserler sonra da mırıldanarak sorarlar.

çoğunlukla haber kaynağı anlamaz soruyu? tekrar sorduğunda sesini yükseltmez ama gollum. ağzını haber kaynağının kulağına daha çok yaklaştırarak sorunu çözer.
kulak memesinde başlar genelde sohbet.
mırıldanarak soru soran gollumlar gelişmiş bir duyma yeteneğine de sahiptir. çok düşük frekanstaki sesleri bile algılayabilir.
genellikle bedenleri sıska olur. daha kolay aralara sıvışabilirler. "gollum muhabirlerden" korunmanın yolu bir tanesini evcilleştirmektir. bu işlemi de güç yüzüğüyle yapabilirsiniz. (detay vermek istemem) yani yanınızda bulunduracağınız "gollum muhabiri" sağa sola salarak sizin adınıza çalışmasını sağlarsınız. ancak güç yüzüğü sahibi olan dolayısıyla "gollum muhabir" evcilleştirebilmiş senior muhabirlerin sayısı bir elin parmağını geçmez.

19 Haziran 2009 Cuma

Bazıları Şanslıdır

rölantideki ses....
tüylerim diken diken. orada duruyor. sadece pist için yaratılmış. gitmiyor. duruyor öylece. ama dururken potansiyelini haykırıyor adeta. bağırıyor. saatte 320 kilometre hızla gitmesinden bile seksi bence. çünkü yaklaşık 1000 beygirlik gücünü zor zaptediyor.
ilk yarışım değil. daha önce de izledim. yine heyecanlanmıştım ama bu kez bambaşka. gözlerim doldu sanırım bir ara. hayattaki en yakın dostumla ferrari markalar şampiyonu oldu diye 2000 yılında tatil yaptığımız bodrumdaki bir sitede bayrak sallayıp bağırdığımızı hatırladım.



cuma günü serbest antrenmanlarda paddock'taydık. cuma günü de neymiş demeyin. çünkü cuma günleri pilotları ve takım yöneticilerini görmek için belki de en iyi fırsat. örneğin pilotlar şampiyonası lideri button ile efsane frank williams ile cuma günü fotoğraf çektirebildik... özellikle sir williams ile tanışmak çok heyecan vericiydi. button'la fotoğraf çektirerek ona aşık pek çok kadına da bir iyilik yapmış oldum.



bridgestone yetkilileri pek çok takımın garajının gezileceğini fakat kalabalık olduğumuz için gruplara ayrılmamız gerektiğini söylüyor. ilk grubun ferrarinin garajına gideceğini bir şekilde öğreniyorum. hemen dahil olmalıyım.














ama olmadı... ben dışarıda kaldım. kalk ankara'dan gel. garajın kapısına dayan ama gireme...
ama adını unuttuğum dünya tatlısı bir kız hayatımın en değerli hediyelerinden birini veriyor bana; "benim yerime sen gidebilirsin" diyerek... tanrı seni korusun.
ve dokuz yıl sonra f-1'in lastik tedarikçisi bridgestone'un ve o melek insanın sayesinde bayrağını salladığım kırmızılı takımın garajındayım...

fotoğraf makinam elimde. olabildiğinde çok çekmeye çalışıyorum. ferrari takımının yetkilisi bazı bölgelerde fotoğraf çekemeyeceğimizi söylüyor.
çekmiyorum.
namahrem.
çekene de mani olurum zaten. takım emirleri ne diyorsa o!!!
ama müsade ettikleri her alanda deklanşörden elimi çekmiyorum. aynı kareyi dört kez çekiyorum. mazallah biri kötü çıkar. çekiyorum ama çektirmem de lazım.

motorsporlarının everest'inde bir kaç kare de ben görünmeliyim.

yarışın belki de en heyecanlı anlarından biridir pit-stop'lar. ferrarinin pit ekibinin pit stop antrenmanını da sadece 1 metre mesafeden izledim. fren disklerini, bridgestone potenza slick lastikleri, kokpit detaylarını görmek muhteşem bir deneyimdi.

bu girizgah... devamı gelecek...

19 Mayıs 2009 Salı

sıkıldım

kimileri şunu söyleyebilir; senin için bir anlam ifade etmiyor olabilir ama çocuklar 23 nisanda gençler de 19 mayısta gösteri yapmaktan keyif alıyorlar. ben de gülerim bunu söyleyene.
dünyanın en gerizekalı aktivitesi.
ellerinde ponponlarla en ilkel koreografi eşliğinde dans eden beyaz bacaklı kızlar, o beyaz bacaklı kızlara bakarak dans eden ergen delikanlılar.
alın size 19 mayıs.

atatürk 19 mayıs tarihini kendi doğum günü kabul edip, bir de bu güzel bahar gününü gençlere armağan ettiğinde aklından bu manzaralar geçiyor muydu emin değilim. yani belki onun zamanında erkek öğrenciler birbirlerinin üstüne çıkıp kule yaptığında bu etkileyici bir gösteri sayılıyordu. hatta bayramların bu şekilde kutlanması medeni ülkelerin genelinde yaygın bir uygulamaydı belki de.
ama artık değil.

artık 19 mayıs öncesindeki 10 gün boyunca bir anda eğitim çavuşuna dönüşen beden eğitimi öğretmenlerinin yaptırdığı o bitmek bilmeyen yürüyüşler, öğrencilerin hiç istemediği halde halkoyunu öğrenmek zorunda kalması, birbirinin aynı, son derece kalitesiz, zevksiz bayram kıyafetleri bitsin artık.

üstelik bayram yaa.. gençlerin bayramı... ama gençler kendilerine hediye edilen bu günü işkence çekerek geçiriyorlar. sabahın köründe kalkıp, stadyuma gidiyorlar aptalca danslar edip kendilerini gerizekalı gibi hissediyorlar.

neden bu kadar eminim ne hissettikleri konusunda? çünkü allah kahretsin ben de yaşadım aynı şeyleri. ve bugün 19 mayıs stadyumunda yürüyen, gerzek kıyafetleriyle dans eden gençleri görünce o günlerim aklıma geldi. sanırım her yıl birbirinin aynısı gösterileri çocuklara dikte etmek eğitimcilere de kolay geliyor. oysa çok zor değl yaratıcı olmak.
bu günü kutlamanın tek biçimi neden stadyum maymunluğu olsun ki? gençlerin yapmaktan nefret
ettikleri değil de zevk aldıkları bir kutlama olamaz mı? sokak festivalleri, partiler, indirimli sinema, konser biletleri mesela??? çok mu zor olur 20'li yaşlarında parayı vurmuş popcuların bedelsiz konser vermeleri? sadece şu anda aklıma gelenler bunlar.

ya da çok mu imkansız cumhurbaşkanının gençlerin gününde kravatsız onların karşısına çıkması, eğlenceli şeyler söyleyebilmesi(sanırım bu imkansız)
23 nisan'a girmiyorum bile. çocukların, başbakanın meclis başkanının cumhurbaşkanının makamına oturup büyümüş de küçülmüş yaratıklar gibi konuşturulması mide bulandırıcı bence.
sanırım ben 23 nisanda çankaya köşkünün resepsiyon salonunda palyaçoların olmasını çocukların eğlenmesini, köşkün bahçesine de kocaman bir lunapark kurulmasını istiyorum, ya da "19 mayıs'ta tatil yapan gençlerin top oynadığı semt sahasına çat kapı gelen hiçbir mesaj vermeden, siyaset yapmadan hamaset yapmadan eğlenebilen bir başbakan olsa" diyorum.
valla...

15 Mayıs 2009 Cuma

aklıma mukayyet ol!!







türkiye'de bir ilk. valilik kararıyla mesire yerlerinde içki içilmesi yasaklandı. çankırı'da vali şemsettin uzun baktı olmayacak, baktı yetkisi var yayınladı tebliği. 5 mayıs tarihli karara göre bundan böyle çankırı'da umuma açık yerlerde, araç içlerinde ve mesire-ören yerlerinde alkollü içki tüketimi yasaklandı.
gerekçe ne? son zamanlarda özellikle piknik dönüşlerinde yaşanan trafik kazaları ve alkolden kaynaklanan suçlar...
rakamlara baktım. çankırı türkiye'de en az trafik kazası yaşanan iller arasında. adli kayıtlara baktım; bir yıl içinde sadece 4 kişi gözaltına alınmış trafik kazası nedeniyle. toplam gözaltı sayısı yıllık ortalama 150'de. yani fena halde ihtiyaç varmış çankırı'yı alkol ve suç sarmalından kurtaracak bir kahraman valiye. çankırı değil de karnaval zamanı rio sanki... kısa süre önce dört çocuk arabada bira içip kaza yapmış. ikisi hayatını kaybetmiş. ve güya valilikteki yetkililere göre bu bardağı taşıran son damla olmuş. (bardağa gel) üstelik kentin merkezindeki süs havuzunun kenarında zaman zaman bira içenler oluyormuş!!!!(daha neler) ve artık karılarıyla kızlarıyla sokakta yürüyemez hale gelmişler. bu yazdıklarım valilik binasında bana söylenenler. vali tarafından değil ama.. valinin özel kalem müdürünün odasında konuştuğum kişiler. vali yoktu çünkü ortalarda.

çıktık biz de çankırılılara sorduk. ya "nedir bu yasak? nasıl karşılıyorsunuz? diye.. ama "çankırı'da tam bir bayram havası" var. sanırsınız ki valilik kaçak kömür yakılmasını yasakladı kentin daha temiz bir havası olacak, ya da sanırsız ki şehrin göbeğinde çöplük vardı o kaldırıldı. "allah validen razı olsun" diyenler, "geç kalınmış bir karar" diye buruk bir mutluluk yaşayanlar.
çankırılılar sevinmiş!.. yaklaşık 50 kişiye sordum. 3'ü dışında tepki gösteren olmadı yasağa.

bir de üniversite var. akp döneminde kurulanlardan. karatay üniversitesi(tabelasını görene kadar adını bile duymamıştım)... belki öğrenciler bozulmuştur bu işe diye onlara da sorduk. pek memnunlar karardan. "çankırı kaldırmaz"dediler. "piknikte içilmesin canım, gitsinler bu iş için açılmış meyhanelerde, birahanelerde ya da evlerinde içsinler" diyen janti saçlı delikanlılar, güzel genz kızlar gördük. "peki nerede bu birahaneler meyhaneler" dedik. sadece bir tane varmış. çınar meyhanesi. gittik gördük meyhane değil batakhane:) belki arz-talep meselesidir bilmiyorum. ama üniversite öğrencilerini bile mutlu etmiş yasak. yasaklara en çok itiraz edenler üniversite öğrencileri olmaz mı normalde? karnaval havası vardı onlarda da.

çünkü bahar festivali düzenlemişler çankırıda. gittik oraya da. "vali gelir belki" diye. gelmedi. biz de müzik dinledik. eğer yalanım varsa şerefsizim: içki yasağının gelmesi iyi oldu diyen gençler hep bir ağızdan duman'ın "içerim ben bu akşam" şarkısını söylediler:) "nerede içersin" diye sorasım geldi. sormadım. döndük sonra ankara'ya.

44 Mardin'in plakası mıydı?

"lan mardin'in plakası 44 mü yoksa" sorusuyla uyandım derin düşüncelerden. "hayır" dedim. malatya'nın plakası 44... sonra sessizlik oldu. kameraman arkadaşımın aklına gelen ilk detaylardan biriydi. açıkçası ben de düşünmüştüm aynı şeyi. ama tutmamıştı işte rakamlar. bilge köyü katliamını plaka numarasıyla bir metafor yaratarak anlatamayacaktık. ne yazık?!!!??(ne ayıp aslında)

çok değil sadece 18 saat önce 44 kişi ağlayarak, anlam veremeyerek, kızarak, üzülerek, belki kurtulurum diye ümit ederek, kurşunlara hedef olmuştu. ana yoldan ayrılıp 3 kilometre daha ilerleyince bulunduğu coğrafyaya ait olmayan, bir avuç su bulup yerden fışkırmış yemyeşil bir ayrık otuna benzeyen o köyü gördüm. o bölgeyi görenler bilir. yemyeşil köy tabiri güneydoğu bölgesi için geçerli değildir. o bölgedeki köyler sapsarıdır. mezopotamya gibi, orayı kavuran güneş gibi. ama bilge köyü değişikti işte. köyün çevresini dolaşan akarsu, yarattığı mikro cangıl ile belli ediyordu kendini. bereketli topraklar tamlamasının içi belki de nadiren bu kadar dolu olur...

bir harfiyat çalışması yapılıyordu köyün girişinde. kepçeler dozerler harıl harıl çalışıyordu. yağmurla yeşermiş topraklar sanki kahverengi köstebek yuvalarıyla bezeliydi. o köstebek yuvaları mezarlardı. 39 adet. erkek, kadın, çocuk. uzun, kısa, geniş. o mezarları görünce anladım yaşanan katliamı. sebebi henüz bilinmiyordu ama sonuçları tam önümdeydi. 44 sonuçtan 39'u en azından.

haberciyseniz yapmanız gerekenler oluyor. istemeye istemeye yapmanız gerekenler. bunlardan biri de ölü evinden aklı başında birini bulup sorular sormak. tek ama doğru bir kaynak bulursanız kimseyi üzmeden görevinizi yapabilirsiniz. ama yüzlerine bile bakamadım bu kez. kitlesel bir akıl kaybı, kitlesel bir ruh kaybı vardı orada. nasıl sorarsınız ki? uzak akrabasını kaybeden yoktu ki mezarlıkta. ya anne, ya baba, ya oğul, ya kız, ya dede, ya nine, ya karı, ya koca... ya da hepsi birden...
anlamak mı istiyorsunuz o köylülerin hissettiğini??? açın aile soyağacınızı. ve her dalını budayın köke kadar. işte size katliamın fotoğrafı: "her dalı budanmış bir soyağacı"

kimse soramadı kimseye. kürtçe bilen şoförümüzün yardımıyla ağıtlardan feryatlardan bilgi topladım belki de hayatımda ilk kez. "canın çıksın memo" diye haykıran kadın tetiği çekeni söyledi bana, "baba, kamyonun kaldı bir başına" diye bağıran delikanlı da gerekçelerden birini fısıldadı kulağıma.

işte bu yüzden belki de kimse doğruları anlatamadı. ama gerçekleri aktardı. görülebilenleri elbette. bir evde 44 kişi öldürüldü. saldırganlar 8 kişiydi. otomatik silah kullanıldı. geri kalanlar fasarya. karı-kız davası diyen de vardı, mal kavgası diyen de... jitem işin içinde olabilir mi? emri şıh mı verdi? şıh'ın karısını kim düdükledi yoksa o adam ölenlerden mi?
bakar mısınız? bir best-seller'da olması gereken her şey var. gizem, seks, din, derin-devlet, terör...

kimi haber bültenleri yayın saatinin tamamını ayırdı katliama. kimileri yarısını. kimisi özel program yaptı, kimisi 44 kişinin can verdiği o evde kan izlerini göstererek şiddet pornosu (snuff) çekti. "bakın kurşun deliklerine ne kadar da büyük", "işte bakın kanlı yataklar döşekler", "işte askıda kalmış kanlı pantolonlar gömlekler" (dünya sadistler birliğinin yıllık toplantısında dev ekranda gösterilen kısa film sanki) meraklılarının el altından yüzbinlerce dolar ödediği snuff movieler prime time'da gösterildi hem de kamu yararına!..


bir de unutmadan söyleyeyim. o ağız sulandıran metafor: "plaka numarası-ölü sayısı".... biraz zorlamayla da olsa dudaklardan döküldü. "47 plakalı ilimiz mardinde 47 kişi katledildi. pek çok kişi 44 (malatya) olarak açıkladı rakamı ama ölen kadınlardan üçü hamileydi" işte bu kadar!!!!... ana rahminde ölen üç çocuk spot'u kurtardı.
annesini ve babasını kaybeden 35(izmir) çocuğu da izmir'e gönderelim olmazsa. beylik laflarla spotlar yazarız onlara da...
not: fotoğraflar hürriyet gazetesi muhabiri hasan tüfekçi'ye aittir.

27 Nisan 2009 Pazartesi

nisan hemen bit


cok yoruldum bu ay. aslında nisan ayı 29 martla başladı. zaten yorucu bir yolculuktan gelmiştim. ve dinlenemeden secimleri tansiyonu en düşük partide izlemem konusunda cesaretlendirildim ve uzun pazarlıklar ve bir dizi tesadüfler sonucu soluğu chp'de aldım. ama türk demokrasi tarihinin en heyecanlı oy sayımı bana denk geldi. üstelik gecenin bir yarısı ysk "veri giremiyoruz" deyince ortalık karıştı. ve ben erkenden hezimete uğrayacaklarını düşünürken "şanlı bir direniş" ile karşılaştım. 10.30 gibi eve gitmeyi planlarken yerle bir oldu hayallerim. öte yandan ak parti'de karnaval bekleyenler derin bir sessizlikle evlerine erkenden gittiler.

seçimleri atlattık... ama bu kez obama üstümden geçti. üstelik ankaradaki her muhabirin üstünden bir kere gecen barack, beni iki kere yakaladı. ankaradan sonra istanbulda da kendisiyle bir aradaydık. yorgunluktan bitik şekilde istanbul'dan evime döndüm ama bu kez de türk silahlı kuvvetlerinin sürpriziyle karşılaştım.

genelkurmay başkanı basına hiç açılmayan harp akademileri yıllık değerlendirme toplantısını basına açmaya karar verdi. ve yeniden istanbula taşındık. berbat bir seyahatti. saat 9 uçağıyla istanbula gidip gecenin sonunu yakalamayı ummuştum ama önce 35 dakika rötar yaptı thy. ardından da istanbulun üstünde 40 dakika tur attık hava trafiğindeki yoğunluk nedeniyle. ve indiğimizde saat 23 olmuştu. taksime geldiğimde ise saat gece yarısını geçti. gidip yattım ertesi gün toplantıya katıldım. sonra bir gece daha kalıp sabahın körü uçağıyla ankaraya döndük. ve aynen çalışmaya devam ettik.

bir hafta sonra ise çanakkaleye götürüldük genelkurmay başkanlığı tarafıından. anzakların şafak ayiniyle aynı günde bir etkinlik düzenlendi çanakkalede. anzaklara büyük kayıplar verdiren ama tamamı ölen 57. alay adına şafak yürüyüşü yaptı gençler. şehitleri anma gecesinde oturup ağlamadı ama çocuklar. konser verildi eğlendiler. bazı gazeteci arkadaşlar yapılanı doğru bulmadıklarını söylediler. şehitler anılırken böyle dansetmemeliymiş kimse.. ama ben karşıyım bu duruşa. o kahramanlar, bu gençler rahat rahat özgür özgür şarkılar söyleyebilsinler diye de ölüme yürüdü bence. o yüzden onları anarken eğlenmenin hiçbir sakıncası yok. her neyse gecenin geç saatlerine kadar, dağ başında takılıp sonra bizim için ayarlanan bir yatılı okula gittik. ama yatak sayısı gazeteci sayısından azdı. bu yüzden tek kişilik yatakları iki kişi paylaşmak zorunda kaldı. ama pek de önemi yoktu çünkü saat 3:30'da kalkmamız gerekiyordu. daha sonra şafak yürüyüşünü yaptık gençlerle birlikte. giydikleri "dedeciğim ben geldim" yazılı yelekleri güzeldi.

ardından ankaraya döndüm ama bir gün sonra sabah saat 06.15'te yine istanbula gittim. idef 09 fuarının açılışına katıldık. bütün gün ayakta silah firmalarının tanıttığı ölüm makinalarını inceledik. tabancalar tüfekler füzeler obüsler kurşunlar zırhlılar...

yazarken bile yoruldum. ama daha bitmedi nisan ayı. bir kaç darbe daha var kafama inecek. birisi yarın ki mgk toplantısı. bir diğeri ise çarşamba günü yapılacak genelkurmay basın toplantısı... çabucak bit nisan yaaaaa.... çabucak bit...

18 Nisan 2009 Cumartesi

babalar ve oğulları

babamda yaşayamamıştım bu endişeyi. haberim bile olmadı. kanserle mücadelesine şahit olamadım. yıpratıcı kemo seanslarının farkında değildim. sadece bulunduğum yerden geri geldiğimde babamın yarısı kadar kaldığını farkettiğimde öğrendim herşeyi. zor zamanlarda yoktum. ve bir daha da duymak istemedim. babam kontrol için hastaneye her gittiğinde geçici hafıza kaybı yaşadım. unuttum gittiğini. annem hatırlattı her defasında. ve babama değil anneme sorabildim kan sayımı ve kolonoskopi sonuçlarını.

babamın sürecini yakalayamadım ama ikinci babam verecek sanırım bu fırsatı. yakışıklı ve güçlü adamın yanında olacağım. yakışıklı ve güçlü oğluyla birlikte.