23 Ağustos 2011 Salı

misvak

kenya somali sınırındaki dadaab kampında yaşayan, yaşamaya çalışan yüzbinleri anlattım şimdiye kadar. ama bu zor coğrafyada bizim de yaşadıklarımız vardı. mültecilerin şartlarıyla mukayese bile edilmez ama unutmamak not almak için yazıyorum misvak günlerini...


her birimize birer misvak verdiler. o dal parçalarını ağzımızdan çıkarmamamız gerektiği konusunda da uyardılar. çünkü yüzbinlerce somalili beyaz adam=hristiyan algısına sahipmiş. sadece misvak da yeterli değil elbette. mültecilerle iletişime geçmenin neredeyse tek yolu "salamün aleyküm ve rahmetullahi ve berekatü" demek....


elbette kameraman ismail köşeli ile çıktığımız yolculugun tek sürprizi bu değildi. "hakuna matata" yani "endişeye gerek yok" diyarı bizi bir çok kez endişelendirdi. nairobi'de havaalanından otele giderken aralıksız yağan yağmur bagajlarımızı ve içindeki tüm kıyafetlerimizi ıslattı. ama nasılsa afrikadaydık. nasılsa kururdu.


ilk hedef garissa kentiydi. dadaab kampına 100 km mesafedeki bir kasaba aslında. ve asfaltın bittiği yer. bizim için kiralanan otobüs de asfalt bittikten 30 km sonra bitti. önce su kaynattı. sonra motoru öldü. kısa süre sonra kenyalı iki asker geldi. bölgenin güvenli olmadığını garissa'ya dönmemiz ya da dadaab'a gitmemiz gerektiğini söylediler.


şans eseri bir arazi aracı bulduk. üç tv ekibi çok sayıda bavul ve teknik malzemeyle doluştuk arabaya. ve 4 saat boyunca hiç durmadan zıplayarak sarsılarak yolculuğa devam ettik.
dadaab'daki kampta kalacağımız ihh (insani yardım vakfı) acil yardım harekat mekezine ulaştık. ismi havalı olabilir... ama bir iki baraka ve çadırlardan oluşan bir yerdi.

hemen konservelerimizi açtık, yemek yedik. ve ilk gece nerede yattığımızın bile farkında olamayacak kadar yorgunduk. yanında jeneratör çalışan çadırda 4 kişi bebekler gibi uyuduk.






elbette uyumadan önce yapılması gerekenler de var. vücudun açıkta kalan tüm bölgelerini sinek ısırmasına karşı koruyan bir kimyasal ile kapladık. pürel adı verilen bir başka kimyasal ile yol boyunca edindiğimiz toz topraktan arınmaya çalıştık.




jeneratörden elde edilen elektrik de barınacak çadırlar da, o çadırlarda altımıza serdiğimiz sünger şilteler de yüzbinlerce mültecinin yaşadıklarıyla karşılaştırıldığında saray şartlarını andırıyordu. hele ki kaldığımız yerde bulunan kuyu suyu... "içmek ve diş fırçalamak dışında kullanabilirsiniz" dediler... öyle yaptık. ama mültecilerin kana kana içtiklerini söylediler.

su hayat demek. her yerde. dadaab'da da öyle. ama bu kadar az bulunan her damlası değerli sıvı paradan ve altından daha önemli o insanlar için. bu yüzden sarı bidon kampın en fazla ihtiyaç duyulan malzemesi. etrafta bir deri bir kemik dolaşmayan tek canlı ise eşekler. çünkü su taşımak için en önemli nakliye aracı ve bu yüzden iyi besliyor somalililer eşeklerini.

dadaab'da ve dolayısı ile tüm kıtlık bölgesinde her sorun birbirine bağlı. açlık ve susuzluk da sağlık sorununu körüklüyor. yürüyerek yüzlerce km yol tepen binlerce mülteci dolaşım ve eklem sorunları yaşıyor. işin kötüsü hastaneler sorunlara deva olmaktan çok uzak. tabi yetersiz beslenmenin yol açtığı sağlık sorunlarından bahsetmiyorum bile








kampta dolaşırken hemen her an yanımızda yüzlerce insan vardı. kimi yemek fişi aldığı halde yemeğe kavuşamamaktan kimi hastanede tedavi görememekten yakındı. kameralar ve fotoğraf makinelerimizle kampta dolaşırken yaşanan dramı dünyaya duyurmaktan öte birşeyler yapmamız gerektiği duygusu hep içimizdeydi.



ama uyarıldık. insanlara para çocuklara ve kadınlara yiyecek vermememiz gerektiği söylendi bizlere. ki bu uyarının haklı olduğunu bir kaç tatsız tecrübeyle anladık. aramızdan bazı gazeteciler çocuklara şeker dağıtmak istedi. ancak kampta dağıtım kavga, kargaşa ve izdiham demek. ve aç çocuklar tek bir şeker için çok acımasız olabiliyor.




kaldı ki etrafınızda toplaşan bir sürü çocuğa şeker atmak çok onlar açısından bence çok onur kırıcı. ki benzer bir rezalet ito başkanı somalili mültecilere dolar dağıtırken de yaşanmış. ve "çocuklara dokunmaktan kaçınanlar" diyerek kötülenenler. ki ben de onlardan biriydim. hiçbirine dokunmadım. öpmedim sarılmadım. çünkü neredeyse tamamının bağışıklık sistemi yetersiz beslenme nedeniyle çökme noktasında. üstelik bizim kendi kıtamızda farkında bile olmadan vücutlarımızda taşıdığımız virüsler onlar için ölümcül olabiliyor. severken öldürmenin alemi
yok. elbette sağlık şartları biz yabancılar için de kötü ama en azından bizim düzgün bir tedavi şansımız doktorlara hastanelere ulaşma imkanımız var.
































18 Ağustos 2011 Perşembe

AÇ!

"kızım olmadan asla", "namusum benim her şeyim", "tuttuğum takım olmadan yaşayamam" diyenlere kötü haberlerim var. afrika'da kızını yüzlerce kilometrelik yürüyüşte bir ağaç dibine bırakıp ilerleyen anneler, derme çatma çadırlarda erkeklerin tecavüzüne uğrayan kadınlar, kumaş parçalarını top haline getirip çift kale maç yapan gençler var. afrika'da ölmek sandığınızdan zor.










tatil yapmayı planladığım ülkelerden birinde kenyadaydım. aklımdan hiç çıkmayacak hatıralarla ve bolca utanarak döndüm. gittiğimiz yer dadaab mülteci kampı. ben ayrılırken nüfusu 550'binin üzerindeydi şimdi 600 bin olmuştur. 90 bin kişi için yapılan 600 binlik bir kamp.




kuruyan afrika evlatlarına "yürüyün" demiş. yemek yok su yok; "yürüyün ve bulun" demiş yürümüş somalililer. yürüyorlar hala ama geride bırakarak, yolda bırakarak... dadaab kampında hemen her çadırda annesine, babasına, evladına üzülen bir kadın ya da erkeğe rastlamak mümkün. mümkün ama ağlayan kimseye rastlamadım. kuşkusuz kahroluyor insanlar kayıpları için. ama ağlayarak vakit geçirmeye kimsenin lüksü yok. önce yemek bulmak hayatta kalmak lazım.



"peki ya kamp dolarsa" diyenler merak etmeyin. bölgede yiyecek yok, su yok ama bol bol boş arazi var... zaten yemek bulmak için kampa gelen somalili mültecilere de aşağı yukarı aynı şey söyleniyor. bm ellerine bir iki parça kap kacak, bir kaç battaniye veriyor, kollarına kaçıncı mülteci olduklarına dair bir bant takıyor (tatil köyü ya da gece klubü stili) ardından "arazi bol istediğin yerde çadırını kur" diyor. arazi bol ama su kuyularına yakın olan sahalarda bırakın çadır kurmayı ayakta durmanız bile zor. sarı bidonlarla uzun yürüyüşler somalili mültecilerin kaderi yani. can sıkıcı bir detay daha. kamptaki arazide bolca yer altı suyu var. ancak kenya hükümeti mülteciler kalıcı olmasın diye kuyu açmaya izin vermiyor. su tankerlerle taşınıyor.


rakamlara boğmak istemem ama faydası olur belki. somali'de 2.8 milyon etiyopya'da 3.2 milyon kişi açlığın pençesinde. 310 bin çocuk açlıktan ölme seviyesinde ve son beş yılda 30 bin çocuk öldü. kampta objektifinizi ya da başınızı çevirdiğiniz her nokta dramatik bir fotoğraf adeta. ama çadırların yanıbaşında üstü toprakla yeni örtülmüş taze mezarların önemli bir bölümünü oluşturan çocuk mezarlarının yarattığı duyguyu anlatacak kelime yok.

annelerinin kucağında açlık çeken çocuklardan bahsedildi hep ama çocukları karnında ya da kucağında açlık çeken çocuklar... yani çocuk annelerden kimse bahsetmiyor nedense.. 12-13 yaşında biri karnında biri kucağında iki çocukla gezen çocuklar da var somali'de.


fatıma'dan bahsetmeden konuyu kapatmak istemem. dadaab'da barakadan bozma bir hastanede annesiyle birlikte gördük onu.

5 yaşında sanırım. fotoğraflarını çektik annesiyle birlikte. sonra asla unutmayacağım bir şey yaptı kadın. fatıma'yı omuzlarından tutup bize doğru itti. işaretle "alın götürün" dedi. ürperdim. artık o da dadaab'lı. zaten 5 bilemediniz 6 yıl sonra evlendirilir...