4 Ağustos 2008 Pazartesi

araba!

uzunca bir zamandır planladık ama bölgeye nasıl gideceğimizi yine son dakikaya bıraktık. her gün aklımıza gelen yeni bir detay fikrimizin değişmesine neden oldu. ve son olarak yine arabayla yola çıkmaya karar verdik. yolculuk saati için sabahın 5'ini belirledim. zira ankaradan yola çıkıp önce kırıkkale'yi, ardından çorum'u merzifon ve havza'yı geçip bikti örtüsüyle birlikte iklimin de değişimine şahit olduk. artık boz'un hakimiyeti sona erdi. kilometreler altımızdan aktıkça deniz kokusu da gelmeye başladı burnuma. kavak'tan aşağıya doğru sallanınca samsun geldi önümüze. yani neredeyse dört saatin ardından karadeniz rotasına ancak girebildik.

samsun'da bir nefes almaktansa trabzonda yemek yemeyi tercih ettik. ve o yüzden çarşamba, terme, ünye, perşembe derken orduya vardık. 'eh canım orduya ulaştıktan sonra trabzon ne kadar uzak olabilir ki' diyerek gazladım. ama bu coşkum ilk kilometre tabelasını ve o tabelada yazan 320 rakamını görünce yerini derin bir hayalkırıklığına bıraktı. moralimi bozmadan yola devam ettim. gülyazı piraziz bulancak üzerinden giresun'a vardık. durmak yok yola devam. hedef trabzon daha doğrusu akçaabat daha doğrusu akçaabat köftesiydi. bir yanımızda karadeniz diğer yanımızda yamaçları fındık ağaçlarıyla kaplanmış tepeler eşliğinde akçaabata ulaştık. ve nerede köfte yiyebiliriz onu araştırmaya başladık. ve araştırmamızın sonunda akçaabat'ın girişinde sahil kenarına adeta saklanmış bir yer keşfettik. adı lazeli. deniz kenarında 10-15 masası olan bir yerdi. yarım kilo köfte siparişi verdik yanına da turşu kavurması istedik. aralıksız 6 saat otomobil kullandıktan sonra o yarım kilo köfte, salata, turşu kavurması ve denizin sesi beni kendime getirdi. köfte yumuşaçıktı ve iyi pişmişti. köfteleri yerken de bunu nasıl başarıyorlar acaba diye tartıştık.

yeniden enerji doluydum. trabzonun yanıbaşındaydık ve bu defa ki hedefimiz sümelaydı. sümela manastırını dört ay kadar önce görmüş ve çok beğenmiştim. bu yüzden de sevil'e göstermek için sabırsızlanıyordum. ve trabzonda sahil yolundan ayrılıp maçka yolundan dağlara vurunca kendimizi, gerçek karadeniz de bize kendini belli etmeye başladı. hava birden bire serinledi. yemyeşil dağların arasından zirveye daha doğrusu yoğun bir sis tabakasının içine sakladığı gizemli tepeye doğru ilerlerken mevsimin sevil'e tatsız bir sürpriz yapacağından endişe etmeye başladım. zira çoktan gömemiz gerekiyordu sümelanın muhteşem dış görünüşünü, ama görebildiğimiz tek şey yoğun bir sis tabakasıydı. yine de devam ettik. ve küçük patikayı izleyerek manastıra kadar yürüdük. dışarıdan göremediğimiz muhteşemliği bari en azından içeriden görelim diyerek para verdik ve manastıra girdik. ama tam bir hayalkırıklığı yaşadım. daha önce sadece dışarıdan görmüştüm sümelayı içini görünce bir yandan kızdım bir yandan üzüldüm. manastırda restorasyon yapılmış ama o kadar kötü ve yapay duruyor ki kelimelerle tarif edemem. saçma sapan briket benzeri yapı malzemeleriyle 13. yüzyıldan kalma tarihi eserin içine sıçmışlar adeta. tabi bir de bizim tarihi eser vandalları var. onlardan bahsetmesem olmaz. yüzlerce yıl parlaklığını koruyabilen fresklerin üzerinde 'kadir buradaydı', '79'a 3 tertip', 'seni seviyorum sema' gibi anahtarla kazınmış yazılar vardı. sonuç olarak yarı hayalkırıklığı ve 2,5 saatlik zaman kaybıyla rize'ye doğru yola koyulduk.