23 Ağustos 2011 Salı

misvak

kenya somali sınırındaki dadaab kampında yaşayan, yaşamaya çalışan yüzbinleri anlattım şimdiye kadar. ama bu zor coğrafyada bizim de yaşadıklarımız vardı. mültecilerin şartlarıyla mukayese bile edilmez ama unutmamak not almak için yazıyorum misvak günlerini...


her birimize birer misvak verdiler. o dal parçalarını ağzımızdan çıkarmamamız gerektiği konusunda da uyardılar. çünkü yüzbinlerce somalili beyaz adam=hristiyan algısına sahipmiş. sadece misvak da yeterli değil elbette. mültecilerle iletişime geçmenin neredeyse tek yolu "salamün aleyküm ve rahmetullahi ve berekatü" demek....


elbette kameraman ismail köşeli ile çıktığımız yolculugun tek sürprizi bu değildi. "hakuna matata" yani "endişeye gerek yok" diyarı bizi bir çok kez endişelendirdi. nairobi'de havaalanından otele giderken aralıksız yağan yağmur bagajlarımızı ve içindeki tüm kıyafetlerimizi ıslattı. ama nasılsa afrikadaydık. nasılsa kururdu.


ilk hedef garissa kentiydi. dadaab kampına 100 km mesafedeki bir kasaba aslında. ve asfaltın bittiği yer. bizim için kiralanan otobüs de asfalt bittikten 30 km sonra bitti. önce su kaynattı. sonra motoru öldü. kısa süre sonra kenyalı iki asker geldi. bölgenin güvenli olmadığını garissa'ya dönmemiz ya da dadaab'a gitmemiz gerektiğini söylediler.


şans eseri bir arazi aracı bulduk. üç tv ekibi çok sayıda bavul ve teknik malzemeyle doluştuk arabaya. ve 4 saat boyunca hiç durmadan zıplayarak sarsılarak yolculuğa devam ettik.
dadaab'daki kampta kalacağımız ihh (insani yardım vakfı) acil yardım harekat mekezine ulaştık. ismi havalı olabilir... ama bir iki baraka ve çadırlardan oluşan bir yerdi.

hemen konservelerimizi açtık, yemek yedik. ve ilk gece nerede yattığımızın bile farkında olamayacak kadar yorgunduk. yanında jeneratör çalışan çadırda 4 kişi bebekler gibi uyuduk.






elbette uyumadan önce yapılması gerekenler de var. vücudun açıkta kalan tüm bölgelerini sinek ısırmasına karşı koruyan bir kimyasal ile kapladık. pürel adı verilen bir başka kimyasal ile yol boyunca edindiğimiz toz topraktan arınmaya çalıştık.




jeneratörden elde edilen elektrik de barınacak çadırlar da, o çadırlarda altımıza serdiğimiz sünger şilteler de yüzbinlerce mültecinin yaşadıklarıyla karşılaştırıldığında saray şartlarını andırıyordu. hele ki kaldığımız yerde bulunan kuyu suyu... "içmek ve diş fırçalamak dışında kullanabilirsiniz" dediler... öyle yaptık. ama mültecilerin kana kana içtiklerini söylediler.

su hayat demek. her yerde. dadaab'da da öyle. ama bu kadar az bulunan her damlası değerli sıvı paradan ve altından daha önemli o insanlar için. bu yüzden sarı bidon kampın en fazla ihtiyaç duyulan malzemesi. etrafta bir deri bir kemik dolaşmayan tek canlı ise eşekler. çünkü su taşımak için en önemli nakliye aracı ve bu yüzden iyi besliyor somalililer eşeklerini.

dadaab'da ve dolayısı ile tüm kıtlık bölgesinde her sorun birbirine bağlı. açlık ve susuzluk da sağlık sorununu körüklüyor. yürüyerek yüzlerce km yol tepen binlerce mülteci dolaşım ve eklem sorunları yaşıyor. işin kötüsü hastaneler sorunlara deva olmaktan çok uzak. tabi yetersiz beslenmenin yol açtığı sağlık sorunlarından bahsetmiyorum bile








kampta dolaşırken hemen her an yanımızda yüzlerce insan vardı. kimi yemek fişi aldığı halde yemeğe kavuşamamaktan kimi hastanede tedavi görememekten yakındı. kameralar ve fotoğraf makinelerimizle kampta dolaşırken yaşanan dramı dünyaya duyurmaktan öte birşeyler yapmamız gerektiği duygusu hep içimizdeydi.



ama uyarıldık. insanlara para çocuklara ve kadınlara yiyecek vermememiz gerektiği söylendi bizlere. ki bu uyarının haklı olduğunu bir kaç tatsız tecrübeyle anladık. aramızdan bazı gazeteciler çocuklara şeker dağıtmak istedi. ancak kampta dağıtım kavga, kargaşa ve izdiham demek. ve aç çocuklar tek bir şeker için çok acımasız olabiliyor.




kaldı ki etrafınızda toplaşan bir sürü çocuğa şeker atmak çok onlar açısından bence çok onur kırıcı. ki benzer bir rezalet ito başkanı somalili mültecilere dolar dağıtırken de yaşanmış. ve "çocuklara dokunmaktan kaçınanlar" diyerek kötülenenler. ki ben de onlardan biriydim. hiçbirine dokunmadım. öpmedim sarılmadım. çünkü neredeyse tamamının bağışıklık sistemi yetersiz beslenme nedeniyle çökme noktasında. üstelik bizim kendi kıtamızda farkında bile olmadan vücutlarımızda taşıdığımız virüsler onlar için ölümcül olabiliyor. severken öldürmenin alemi
yok. elbette sağlık şartları biz yabancılar için de kötü ama en azından bizim düzgün bir tedavi şansımız doktorlara hastanelere ulaşma imkanımız var.
































18 Ağustos 2011 Perşembe

AÇ!

"kızım olmadan asla", "namusum benim her şeyim", "tuttuğum takım olmadan yaşayamam" diyenlere kötü haberlerim var. afrika'da kızını yüzlerce kilometrelik yürüyüşte bir ağaç dibine bırakıp ilerleyen anneler, derme çatma çadırlarda erkeklerin tecavüzüne uğrayan kadınlar, kumaş parçalarını top haline getirip çift kale maç yapan gençler var. afrika'da ölmek sandığınızdan zor.










tatil yapmayı planladığım ülkelerden birinde kenyadaydım. aklımdan hiç çıkmayacak hatıralarla ve bolca utanarak döndüm. gittiğimiz yer dadaab mülteci kampı. ben ayrılırken nüfusu 550'binin üzerindeydi şimdi 600 bin olmuştur. 90 bin kişi için yapılan 600 binlik bir kamp.




kuruyan afrika evlatlarına "yürüyün" demiş. yemek yok su yok; "yürüyün ve bulun" demiş yürümüş somalililer. yürüyorlar hala ama geride bırakarak, yolda bırakarak... dadaab kampında hemen her çadırda annesine, babasına, evladına üzülen bir kadın ya da erkeğe rastlamak mümkün. mümkün ama ağlayan kimseye rastlamadım. kuşkusuz kahroluyor insanlar kayıpları için. ama ağlayarak vakit geçirmeye kimsenin lüksü yok. önce yemek bulmak hayatta kalmak lazım.



"peki ya kamp dolarsa" diyenler merak etmeyin. bölgede yiyecek yok, su yok ama bol bol boş arazi var... zaten yemek bulmak için kampa gelen somalili mültecilere de aşağı yukarı aynı şey söyleniyor. bm ellerine bir iki parça kap kacak, bir kaç battaniye veriyor, kollarına kaçıncı mülteci olduklarına dair bir bant takıyor (tatil köyü ya da gece klubü stili) ardından "arazi bol istediğin yerde çadırını kur" diyor. arazi bol ama su kuyularına yakın olan sahalarda bırakın çadır kurmayı ayakta durmanız bile zor. sarı bidonlarla uzun yürüyüşler somalili mültecilerin kaderi yani. can sıkıcı bir detay daha. kamptaki arazide bolca yer altı suyu var. ancak kenya hükümeti mülteciler kalıcı olmasın diye kuyu açmaya izin vermiyor. su tankerlerle taşınıyor.


rakamlara boğmak istemem ama faydası olur belki. somali'de 2.8 milyon etiyopya'da 3.2 milyon kişi açlığın pençesinde. 310 bin çocuk açlıktan ölme seviyesinde ve son beş yılda 30 bin çocuk öldü. kampta objektifinizi ya da başınızı çevirdiğiniz her nokta dramatik bir fotoğraf adeta. ama çadırların yanıbaşında üstü toprakla yeni örtülmüş taze mezarların önemli bir bölümünü oluşturan çocuk mezarlarının yarattığı duyguyu anlatacak kelime yok.

annelerinin kucağında açlık çeken çocuklardan bahsedildi hep ama çocukları karnında ya da kucağında açlık çeken çocuklar... yani çocuk annelerden kimse bahsetmiyor nedense.. 12-13 yaşında biri karnında biri kucağında iki çocukla gezen çocuklar da var somali'de.


fatıma'dan bahsetmeden konuyu kapatmak istemem. dadaab'da barakadan bozma bir hastanede annesiyle birlikte gördük onu.

5 yaşında sanırım. fotoğraflarını çektik annesiyle birlikte. sonra asla unutmayacağım bir şey yaptı kadın. fatıma'yı omuzlarından tutup bize doğru itti. işaretle "alın götürün" dedi. ürperdim. artık o da dadaab'lı. zaten 5 bilemediniz 6 yıl sonra evlendirilir...

26 Eylül 2009 Cumartesi

tavla

sevgili gibidir. unutulmaz.
pullarıyla zarlarıyla baklava deseniyle otantik bir halı gibidir aynı zamanda.
ama haindir.
seni avcuna alır ve sadece senin duyabileceğin bir fısıltıyla "beni başkalarına da öğret" der.
öğretirsin. örneğin sevgiline.
bak 4-2 5-3 6-4 kapıdır. 6-1 iyi kapıdır.
ilk 50 oyunda katlanılmazdır süreç. öğretilen ileriye bakamaz. sadece anlık hamleler yapar. zar oynar yani.
fakat gitgide kafasını kaldırmaya başlar.
her hamleden önce gözleriyle senin onayını bekleyen o acemi gitmiş yerine ukala dümbeleği gelmiştir.
önce şerefli mağlubiyetlere sevinir sonra ilk büyük zaferin tadını çıkarır.
öğrencin bir anda rakibin olur.

ama terbiyesizlik yapılır mı?

yapılmamalı.

hele ki hocaya...

sana oyunun tüm inceliklerini öğretmiş ustaya bir kaç şanslı zarın yardımıyla üstünlük kurunca sarhoş olmamalı.

yok efendim koltuk altına tavlayı vermeler. yok efendim fotoğraf çekmeler kendi etrafında üç tur döndürmeler.

zar sevecek. zar. zar sevmezse olmuyor tavlada.

28 Ağustos 2009 Cuma

uyursan ölürsün

uyursan ölürsün!
sen uyursan ölürsün!
sen uyursan sen de ölürsün!
sen uyursan herkes ölür! (ibrahim öztürk öldü)




bu cümleler aslında defalarca tekrar ediliyor o "içtima" sahnesinde. ben dört kere yazdım dört asker için.



filmin adı "nefes"... internet üzerinden zekice planlanmış bir tanıtım kampanyasının parçası o içtima sahnesi. önce video paylaşım sitelerinde ardından facebook'ta kısa sürede yüzbinlerce kişi tarafından izlendi.

televizyon kayıtsız kalmadı bu ilgiye. sahne aynen yayınlandı haber bülteninde. altyazıyla. hem dinledik hem izledik hem okuduk. "uyursan ölürsün"

16 ağustos tarihinde yayınlandı o sahne... alçakgönüllü bir tahminle yaklaşık 5 milyon kişi izledi; "uyursan ölürsün" diye askerine en afilisinden ders veren subayı.

o 5 milyon kişi arasında ben vardım, sen vardın, komşunun henüz askere gitmemiş oğluyla, komşunun askerden yeni dönmüş oğlu da vardı.
ama umarım onlar izlemedi. yani o dört asker. ibrahim öztürk, mesut bulut, ibrahim yaman, ali osman altın... 16 ağustos akşamı içtima sahnesinin yayınlandığı akşam saat 20.30 civarında tim'deki diğer arkadaşlarıyla nohuttepe üs bölgesinden düztepeye intikal ettiler. sonra nöbet başladı. ibrahim öztürk uyuyakaldı.


(uyursan ölürsün)


bir uzman çavuş uyurken gördü ve ibrahim'in üstünden el bombasını aldı. sabah saatlerinde tim komutanı olan teğmen mehmet tümer'e delil olarak sunmak için. ama o delil bir kaç saat sonra suç aleti oldu.







(uyursan ölürsün)







teğmen sabah ibrahim'e el bombasının nerede olduğunu sordu. ibrahim üstünde olmadığını anlayınca mevziye baktı. yoktu. bu sırada teğmen el bombasını ona gösterip pimi çekti ve "mandalı bırakırsan ölürsün, bırakmazsan yaşarsın" dedi. ibrahim yalvardı. ama teğmen dersini almasını istedi. ibrahim saatlerce pimi çekilmiş el bombasıyla bir o sipere gitti bir diğerine ve en sonunda bir patlama sesi duyuldu.






(uyursan ölürsün)






komutanının pimini çektiği bir el bombasıyla öldü ibrahim üç arkadaşıyla birlikte.

umarım izlememiştir o çocuklar o içtima sahnesini. uyursan ölürsün diye haykıran o subay'ı hiç duymamış olsunlar lütfen.


çünkü tıpkı filmde o subayın dediği gibi; uyudu ve öldü ibrahim

27 Temmuz 2009 Pazartesi

lucky & marley & owen & me

"belki hikayelerini duydugunuz o süper akıllı köpeklerden değildir. attığınız topu geri getirmeyi bile beceremez çoğunlukla... tüyleri dökülür, ağzı kötü kokar, oyun oynarken bazen dişlerini olması gerekenden fazla sıkar. komşunun çocuğunu ısırır, eve gelen misafirin bacağına attırır... ama sever sizi... siz de onu seversiniz... çünkü sizi sever o.... siz de onu seversiniz... çünkü sizi sever o...yukarıda yazılanlara rağmen tek bir gün kızdım ona... askere gittiğim gün veda etmeme izin vermedi... çünkü bir grup dişi sokak köpeğinin peşinden gitmişti. akşam beni izmire götürecek otobüsün kalkış saati yaklaşırken el fenerleriyle aramaya çıktık onu. kardeşim kızarkadaşım ve ben... bir saat sonra ben eve döndüm... kürek almak için... derin kazdım mezarını, onu öldüren köpekler bu defa da kokusunu alıp son döşeğini eşelemesin diye... çok özlüyorum onu..."

ekşi sözlükte 23 ağustos 2005 tarihinde yazmışım yukarıdaki paragrafı. köpeğim öldükten dört yıl sonra yani... bu entry'nin üzerinden de neredeyse dört yıl daha geçmiş. sekiz yıl önce giden lucky'nin ardından gec kalınmış bir ağıt...


yeniden bana onu hatırlatasan ise yakın bir arkadaşım oldu.
"sen owen wilson'a inanılmaz benziyorsun" dedi.

ben de "owen wilson" ile "clive owen"i karıştırdım:) beni benzettiği adamın bu fotoğraftaki aktör olduğunu sandığım için hafif bir göt kalkıklığıyla teşekkür ettim. sonra da bana ikizim kadar benzediği söylenen o aktörün fotoğreflarına bakmak için google'dan görselleri taradım. taramaz olaydım:)
arkadaşımın beni benzettiği adamı görünce inanılmaz hayal kırıklığına uğradım.


Clive Owen



ve o dakika itibari ile kızın hayatını kararttım. "beni nasıl böyle çirkin bir adama benzetebilirsin, küfretsen iyiydi, şu burna bak, adam bildiğin yamuk, saçlara bak sapsarı, tipe bak kayık" diyerek bezdirdim:)


ve dvd satın almak için girdiğim mağazada o pis adamı bana gülümserken gördüm. "owen wilson" bir dvd kapağından bana bakıyordu. ve içimden bir ses "bu filmi al ve kendinle yüzleş" dedi:) aldım çıktım. ve az önce filmi izledim.



Owen Wilson


marley & me filmin adı. gazeteci bir çift evlenir ve florida'ya taşnır. ancak john grogan (owen wilson) çocuk yapma mevzuunu ertelemek için karısına bir labrador alır. ve o labrador da bob marley şarkılarını çok sevdiği için marley olarak anılır artık.

film marley'in yaramazlıklarıyla (çoğu zaman katlanılamaz yaramazlıklar) soslanmış sıradan bir aile filmi. ama bir labrador'un yavru halinden yetişkin hale gelişini adım adım izlemek keyifliydi. üstelik bence filmi özel kılan, özel bir köpeği anlatmamasıydı. marley ne gazete taşıdı, ne akrobasi, ne bekçilik yaptı sadece var oldu. sadece önemsediği sevdiği insanlar için yaşadı. başka hiçbir şeyi onların önünde tutmadı. tıpkı lucky gibi, tıpkı jessie gibi, tıpkı poofy, viski, kont, toraman ve milyonlarcası gibi.






ve finalindeki o son monolog: "bir köpek lüks arabalara, büyük evlere dizayn kıyafetlere önem vermez. sudan çıkmış bir dal parçası onun için yeterlidir. onun için zengin fakir eğitimli cahil zeki ya da ahmak olmanızın önemi yoktur. ona kalbinizi verin o da size kendininkini verecektir.
Ve o kalbin içinde sadakat, cesaret, sadelik ve neşe olacaktır. "

john grogan ise aslında bir film kahramanı değil. South Florida Sun'da muhabir olarak çalışan bir gazeteci. grogan'a tatile çıkan bir yazarın yerine makale yazması teklif ediliyor. ancak o hayatını bir anda altüst eden marley'den başka bir şey yazamadığını farkediyor. önce haftada 3 gün ardından da 6 gün makale yazıyor. makalelerindeki konuları marley'in yaramazlıklarıyla süsleyerek anlatıyor. kısa süre sonra marley ve grogan önce kent çapında ardından eyalet çapında ve daha sonra ülke çapında bir fenomen'e dönüşüyor. gazete tirajı ikiye katlanıyor. marley ile maceraları kitaplaşıyor ve tam beş milyon kopya satılıyor. şubat 2007'de çıkan kitap 23 haftası bir numara olmak üzere, tam 76 hafta best-seller listesinde kalıyor.

ve elbette, holywood fırsatı kaçırmıyor:) işte az önce anlattığım film haline dönüştürülüyor. labrador, florida, philadelphia... buram buram propaganda koksa da beni yine de derinden etkiliyor.

22 Temmuz 2009 Çarşamba

"abdullah tak bir cd de neşemizi bulalım"

tunalı hilmi caddesi... akşam saatleri... trafik ağır ağır akıyor... siyah bir mercedes o trafikte ilerliyor. direksiyon'da yeni türkiyenin fotoğrafı var. türbanlı bir kadın sakince otomobili kullanıyor. kaldırımdakiler şaşkın şaşkın izliyor. adeta bir otomobil reklamında güzel otomobile büyülenmişcesine bakan figüranlar gibi ankaralılar.
ama otomobil değil önemli olan... içindekiler.
türbanlı kadın hayrünnisa gül, yanındaki bıyıklı bey de cumhurbaşkanı abdullah gül.
korumasız eskortsuz ilerliyorlar.
kaçamak gibi sanki...
ama kalabalığın içine saklanmak ister gibiler.
tunalı esnafı şaşkınlıkla el sallıyor direksiyondaki first lady'e ve yanındaki cumhurbaşkanına esat caddesi kavşağına kadar süzülüyor siyah mercedes.
haber bu...
ama materyal yok. görüntü yok fotoğraf yok.
ve haberci yanım hayıflanıyor. tek bir kare fotoğraf 10 saniyelik bir görüntü olsa keşke. ama yok işte.
sadece bolca tanık var.
onlar için ilginç bir hatıra.
kimileri kızmıştı atatürk'ü çankaya köşkünde yapayalnız gösteren "mustafa" filminin yönetmenine.
ama köşkün sakinlerinin kaderi bu sanki. izole edilmişlik...
"devletin zirvesi" tamlaması aslında yalnızlık ve üşümeyi çağrıştırıyor sanki.
aklıma bir soru geliyor. daha doğrusu küçüklüğüme ilişkin bir anı.
cumhurbaşkanı turgut özal. makam aracının direksiyonuna geçiyor. yanında da semra hanım. gaza basıyor. sonra da dönüyor karısına "semra tak bir kaset de neşemizi bulalım" diyor.
acaba arabayı kullanan dj'liği co-pilota'a devrediyorsa hayrünnisa gül eşine "abdullah tak bir cd de neşemizi bulalım" dedi mi??

18 Temmuz 2009 Cumartesi

Diplomatik Miplomatik

diplomasi muhabirleri camiasına eş durumundan aşinayım. bir yurtdışı seyahatte tanışmıştım kız arkadaşımla ve ardından da kendisini tavlamak için sık sık büyükelçilik resepsiyonlarına gider oldum. bütün büyükelçilikleri aradım ve o dönem çalıştığım kanal atv'nin diplomasi muhabiri olduğumu bildirdim. ve kısa süre sonra davetiyeler yağmur gibi yağmaya başladı.

resepsiyonlardan genellikle haber çıkmaz ama ben ısrarla "bir gidip bakmakta fayda var"
diyerek elimde kadehim defalarca büyükelçilik rezidanslarında boy gösterdim. amaç yari görmekti:)
saatlerce ayakta dikilip çoğunlukla tanımadığım insanların anlamadığım şakalarına şen kahkahalar attım. kimi zaman da emekli büyükelçilerin son kullanma tarihi geçmiş siyasetçilerin kafa dürten sohbetlerinde baş salladım. ama bir noktada sevgiliyi bulup tüm acı hatıraları unuturdum...

ve ben de bir süre sonra müdavimlerinden oldum resepsiyon salonlarının. resepsiyonları veren büyükelçiler genellikle kapıda konuklarını karşılarlar. salona girişte davetliler tek tek ev sahibi ve sahibesinin elini sıkar. ben acemilik dönemlerimde adeta sıvışırdım o sıradan. el sıkmadan içeri girmenin yollarını arardım. utanırdım. ama zamanla tüm karşılama komitesinin tek tek elini sıkar hatta büyükelçinin elini sıkarken fotoğraf makinalarına poz verir hale geldim.

resepsiyon manevralarım işe yaradı kızı tavladım ama bana davetiye gönderen elçiliklere "tamam gerek kalmadı ben işimi gördüm" diyemedim:) ama o kadar çok resepsiyona gitmiştim ki fena halde daralıyordum resepsiyonlar ve resepsiyonların ritüellerinden. işte yeni başlayanlara resepsiyonlar için ipuçları:

1- Kıyafete Dikkat
bazı diplomasi muhabirleri ve diplomatik figürler için resepsiyonlar tek sosyalleşme alanıdır. eşleriyle dostlarıyla resepsiyonlarda görüşürler. bu nedenle çok fena bir ön hazırlık yapılır. saçlar kıyafetler filan.
daha birkaç saat önce bir basın toplantısında karşılaştığınız paçoz muhabir arkadaşınızı tanıyamayabilirsiniz bile. ancak özellikle yaz aylarında yapılan resepsiyonlarda felaketle karşılaşabilirsiniz. çünkü bu dönemde indirime giren bir marka varsa ucuza şıklık yakalamak isteyen üstelik bunu aynı kıyafet üzerinden gerçekleştiren pek çok kadından biri olabilirsiniz. örneğin fransa resepsiyonunda network ya da zara'dan olduğunu tahmin ettiğim kıyafeti beş ayrı kadının üstünde gördüm, üstelik ikisi muhabirdi. elbette ayakkabılar. kısalar topuklu giyer. sıçar... saatlerce ayakta kalınınca resepsiyon salonuna heybetle giren o seksi kadınlar salonu şaftı kaymış skodalar gibi terkederler. zaman zaman eline ayakkabısını almış oflaya poflaya çıkan konuklar bile gördüm. yani seksilikle sünnet annesi haline gelme arasındaki çizgi çok incedir. üstelik o topuklu ayakkabılar bahçede verilen resepsiyonlarda yeni sulanmış çimlere batar ve bizi olduğunuz yere mıhlar.
erkekler çok daha rahattır. takım elbiseyle konu kapanır.


2-Açık Büfe

resepsiyonların başladığı dakikalarda sadece içki servisi ve ara sıcaklar servis edilir. masalarda havuç, salatalık zamazingoları, ülkenin zenginliğine göre de kuruyemiş çeşitleri vardır... yani leblebili kuruyemiş tabağına daha rastlamadım ama bazılarında mesela sadece badem ve antef fıstığı içi olur. genellikle ilk kadehler bu başlangıçlarla götürülür. ve kritik an gelir. açık büfe gerçekten açılır yani... eğer doğru noktada değilseniz uzunca bir süre sıra beklemek zorunda kalırsınız. garip bir hareketlenme olur yemeklerin bulunduğu bölümde diplomatlar konuklar karıncalar gibi hareketlenir. yeri geldiğinde ülkeler arasında savaş çıkmasına mani olabilen o diplomatik camianın güzide insanlarını ellerindeki çatal ve tabaklarla, kılıç ve kalkanlı akıncılara benzetirim ben:)
büfede döner varsa yemek sırasının gerilimi artar. çünkü bilmiyorum neden sanırım dünyanın en çok sevilen yiyeceği döner. sıra bitmek bilmez. bir yiyen bir daha yer.
risk almak faydalıdır. yani döner de yemesem olur derseniz biraz beklemekte fayda. sıra azalır. diplomatik akıncılar silah tazeleyip (yeni tabak ve çatallar) yeni savaş meydanına (tatlı bölümüne) hareketlendiklerinde daha az bekleyip sakince tabağınızı doldurabilirsiniz.
ancak mesele bununla bitmez. o tabak ve diğer elinizdeki kadehle uygun bir yer bulup yemeğinizi yemelisiniz. bu zordur çünkü resepsiyon ayakta başlar ayakta biter. eğer bir bistroya yanaşamadıysanız işiniz zor. ya kadehten vazgeçmelisiniz ya da tabaktan. ama bir yer bulursanız sorun kısmen çözüldü demektir. ancak bu kez de sizden öncekilerin kullandığı tabaklar arasında kendinizinkine yer açmanız gerekir.
ancak bir elde kadeh bir elde tabak sorununa fransızların çözüm bulduğuna şahit oldum. porselen tabaklara monte edilebilen bir aparatla kadehler "embeded kadeh" haline gelmişlerdi.


3- Yanaşma Teknikleri

resepsiyonlar haber kaynaklarıyla habercilerin daha az resmi bir ortamda konuşabildikleri organizasyonlardır. ama yaklaşımın doğru olması gerekir. yani haber kaynağına doğru açıyla yanaşmak gerekir. yanaşırken de genellikle yalnız olmaz haberciler. üçü beşi bir araya gelir.
küçük adımlarla yürünür. ve ayaküstü görev dağılımı yapılır.
grup a gülümseyiciler: bu ekip kadınlardan oluşur. yanaşırken gülümseyerek haber kaynağının gerilimini azaltmakla görevlidirler.
grup b iticiler: ekipten yükselen "abi gitmeyelim galiba konuşmayacak" seslerini susturmakla görevlidirler
grup c sorucular: ya ekibin en tecrübelisi ya da en manyağı bu görevi üstlenir. genellikle en tecrübeliler en manyağı olur.
grup d teşekkürcüler: genellikle ekibin arka bölümünde yer aldıkları için soruları da yanıtları da çok az duyarlar. ve sık aralıklar "teşekkür ederiz efendim, teşekkür ederiz efendim" diyerek bu ızdırabı sonlandırmaya çalışırlar. çünkü duyamadıkları her kelime teşekkürcülerin canını yakmaktadır.





4- Gollum Tehlikesi

yanaşma tekniklerini tek bir bünyede toplamayı başarabilmiş habercilere gollum denir.
haber kaynağına arkadan yanaşır bunlar. bir yandan şüpheli gözlerle etrafı keserler sonra da mırıldanarak sorarlar.

çoğunlukla haber kaynağı anlamaz soruyu? tekrar sorduğunda sesini yükseltmez ama gollum. ağzını haber kaynağının kulağına daha çok yaklaştırarak sorunu çözer.
kulak memesinde başlar genelde sohbet.
mırıldanarak soru soran gollumlar gelişmiş bir duyma yeteneğine de sahiptir. çok düşük frekanstaki sesleri bile algılayabilir.
genellikle bedenleri sıska olur. daha kolay aralara sıvışabilirler. "gollum muhabirlerden" korunmanın yolu bir tanesini evcilleştirmektir. bu işlemi de güç yüzüğüyle yapabilirsiniz. (detay vermek istemem) yani yanınızda bulunduracağınız "gollum muhabiri" sağa sola salarak sizin adınıza çalışmasını sağlarsınız. ancak güç yüzüğü sahibi olan dolayısıyla "gollum muhabir" evcilleştirebilmiş senior muhabirlerin sayısı bir elin parmağını geçmez.